ERDOĞAN’ın ŞANSI! SEYFİ ÖNGİDER / – seyfi@seyfiongider.com

90’lı yılların başında “reel sosyalizm” çöktükten sonra kendini ve dünyayı yeniden kurmakta olan ABD ve Avrupa için 2000’li yılların başlarında “Ilımlı İslam modeli”nin bir cazibesi vardı. Hem radikal İslamcı akımları dizginlemek, kontrol altına almak hem de İslam dünyasında kapitalizmin hegemonyasını pekiştirmek, sağlamlaştırmak için denenmeliydi. Denendi. AKP böylesi bir uluslararası konjonktürden yararlanarak kuruluşundan 15 ay sonra iktidara geldi. DYP’den DSP’ye,MHP ’den ANAP’a ve CHP ’ye kadar geleneksel siyasi partiler, Türkiye’yi Soğuk Savaş sonrasının koşullarına adapte etme yeteneği gösteremeyince ve bu arada ekonomiyi de büyük bir krize sürükleyince, küresel rüzgârları da yelkenine dolduran AKP, tek başına iktidara geliverdi. Böylece “Türk Baharı” Araplardan çok önce çiçek açmış, Batı dünyasının herkese örnek göstereceği bir “Ilımlı İslam modeli” filiz vermişti. AKP’den çok sonra “Arap Baharı” diye adlandırılan süreçte ortaya çıkan siyasal rejimlerin demokrasi adına pek bir şey üretememesine paralel bir tarzda AKP’nin “ılımlı İslam modeli” de çökmüş ve sonuna gelmiş bulunuyor.
‘Esas muhalefet’ Küresel ölçekte en parlak örneği Türkiye ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gibi görünen bu model artık geride kaldı.
Bu modelin sona erişinin zamanlaması ve siyasi ömrünü doldurma tarzı Türkiye’nin “üç dönem” kuralına da uygun düşüyor. Türkiye’de seçimle gelen iktidarlar genellikle iki dönem, ama en fazla üç dönem sürer ve sonra şu veya bu şekilde sona erer; ama darbeyle, ama seçimle, ama kendi içinde çatışmaya sürüklenerek. (Bakınız, 1950’lerde DP, 60’larda AP, 70’lerde CHP, 80’lerde ANAP dönemleri!) Erdoğan, Gezi isyanı ve ardından 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasını “darbe” olarak sunuyor ama birincisi kendiliğinden bir ayaklanma, ikincisi ise yıllardır iktidarı paylaştığı ortağının “ihaneti” idi. İslamcı bir iktidar koalisyonu kendi arasında bölünerek ve iç çatışmaya sürüklenerek üçüncü döneminin sonunda siyaseten bitti, iflas etti. Bu kavganın kendisi kadar karşılıklı ileri sürülen iddiaların içeriği, kullanılan araçların sefilliği, başvurulan yöntemlerin rezilliği çöküşü ve sonu getirdi.

Kürt muhalefeti

“Erdoğan dönemi” bitti ama bu hakikat henüz kabul ve idrak edilmiş değil. “İstiklal Savaşı” ilan ettiğine göre, belki de bunu en iyi Erdoğan anlamış durumda ve müthiş bir savaş veriyor. O kadar derin bir kutuplaşma oluştu, öyle büyük bir öfke ve düşmanlık birikti ki, iktidarı kaybettiği takdirde bir muhalefet lideri olarak siyasi yaşamını olağan bir şekilde sürdüreceğine herhalde Erdoğan da inanmıyor. İktidarı kaybederse, her şeyi kaybedeceğini düşünerek davranıyor. Bu “savaş” sayesinde belki de iktidarını biraz daha uzatabilir ama artık Türkiye’nin geleceğinde Erdoğan ve onun “ılımlı İslam modeli” yok. Eğer Erdoğan bir süre daha iktidarda kalacaksa, bunu muhalefete borçlu olacak. Çünkü karşısındaki “ana muhalefet” CHP ve “esas muhalefet” Kürt hareketi Erdoğan’a bu şansı tanıyor.
Kürt hareketinin “çözüm süreci”ni tehlikeye atmamak için dikkatli davrandığı biliniyor ancak demokratik anlayıştan bu kadar uzaklaşan bir Erdoğan’la nasıl ilerleneceği de gerçekten meçhul. Erdoğan’ın “İstiklal Savaşı” benzetmesi, 1920’lerin iki farklı Kürt liderini akla getiriyor: Ankara’da Mustafa Kemal Paşa ile birlikte davranan Dersim Mebusu Diyap Ağa ile Sivas’ta Koçgiri isyanına liderlik eden Alişan Bey. Sistem içinde AKP’den başka “partner” bulamayan Kürt hareketi, Diyap Ağa’nın yolundan gitmek zorunda değil. Ancak Alişan Bey’den de farklı bir yol izlemek durumunda. Zaten Öcalan geçen yılın Newroz’unda bunu açıkça ve cesurca ilan etti ve doğru bir adım attı. Ancak süreç daha sonra istenildiği gibi gelişmedi ve çeşitli ikilemler içine sürüklenen Kürt hareketi “esas muhalefet” olma niteliğini yeterince ortaya koyamıyor.

Ana muhalefet

“Ana muhalefet” CHP ise Erdoğan döneminin bittiğinin farkında değil; uluslararası konjonktürün ve Türkiye’nin yeni koşullarının önüne getirdiği iktidar fırsatını göremiyor. Kürt hareketiyle ve solla ittifak yaparak bir mücadele stratejisi geliştirse belki ilk seçimde, ilk seçimde olmazsa bir sonraki seçimde uzun bir iktidar döneminin kapıları açılabilir. Ama “devleti kuran parti” CHP gayet kısa vadeli bir hesap içinde, yine devleti kurtarmaya çalışıyor. Nitekim Kürt hareketinin, BDP-HDP’nin görüşme çağrılarını duymazlıktan geldi ve gitti MHP ile ittifak yaptı. The Cemaat’in de el altından destekleyeceği bu ittifak “Eski Türkiye” ittifakıdır, Türkiye’yi yeniden kurmayı aklından bile geçiremez. İstanbul ve Ankara’yı kazanamazsa çökecek. Oysa yapılması gereken Türkiye’yi demokratik ve özgürlükçü temellerde nasıl yeniden kuracağını ortaya koymak ve buna uygun toplumsal-siyasal güçleri yanyana getirerek iktidara yürümek olmalıydı. Bir yandan da demokrasi bildirgeleri yayınlayan CHP, MHP ile birlikte Türkiye’yi yeniden kuracağına mı inanıyor? MHP ile ancak “milliyetçi Türkiye” kurmaya kalkışılabilir ama bunun da bir iç savaşa yol açabileceği görülmüyor mu?
12 yıl sonra bir iktidar koalisyonunun parçalanıp, sona ermesiyle birlikte yeni ittifakların oluştuğu bu süreçte CHP’nin özgürlükçü, demokrat olduğuna inanan kesimleri Kürt hareketi ve solla, yani BDP-HDP ile yanyana gelmeyi göze alabilse ve toplumsal mücadele içinde bir “siyasi blok” olarak kendisini inşa etmeye yönelse çok geçmeden iktidara gelir ve 10-15 yıl da gitmez. (Bakınız, bütün Latin Amerika!) Çünkü bu güçler Türkiye’yi demokratik ve özgürlükçü temellerde yeniden kurabilir. Yani AKP’nin 12 yıl önce vaat edip de yapmadığını, belki de yapamadığını yapar. Ama Kılıçdaroğlu 1970’lerin başında Turhan Feyzioğlu-Kemal Satır ekibinden ayrılarak CHP’yi iktidar yapan Bülent Ecevit’i, hatta Necmettin Erbakan’dan koparak iktidar olan Erdoğan’ı anlayacak, kavrayacak bir vizyona sahip değil. İstanbul ve Ankara’yı kazanmaktan ötesini göremiyor. Oysa bu belediyeler kazanılsa bile AKP’nin iktidarı devam edebilir ve edecektir de. Bu durum BDP-HDP hattına AKP ve CHP-MHP kutbuna karşı üçüncü bir kutup inşa etmek ve önümüzdeki süreçte “anahtar parti” haline gelmek için gereken koşulları fazlasıyla sağlıyor. Hem AKP ve The Cemaat arasındaki iktidar savaşına, hem de CHP-MHP koalisyonunun “eski Türkiye” çağrısına gerçekten demokratik ve özgürlükçü yeni bir Türkiye vizyonuyla cevap verebilirse, bunu etkili bir siyasi kampanyaya dönüştürebilirse 31 Mart sabahı herkes yeni bir Türkiye’ye uyanabilir.